Emek Sineması Yıkıldı! Gezi Sineması`na Hoş Geldik
Nisan 2010’dan beri Emek Sineması mücadelesinde birçok farklı eylem biçimi ortaya kondu. Taksim Tramvay Durağı’ndan Emek Sineması’na defalarca yürüdük. Yol üzerinde İstiklal Kitabevi’nin yerine açılan D&R’ı protesto ettik. Hem Starbucks’ı işgal eden Boğaziçili öğrencileri selamlamak hem de seslerine ses katmak üzere, AFM Fitaş’ın yanındaki Starbucks’a uğradık. Demirören’i işgal ettik, defalarca kepenk indirttik. Emek’in önüne perde gerip sokakta film izledik, sahne kurup müzik şenliği yaptık. Yıkımı meşrulaştırmaya çalışanları hicveden videolar hazırladık. Rüya Sineması’nın kapanışına, İnci Pastanesi’nin tahliye edilişine tepki gösterdik. ‘Soylulaştırma çök’ diyerek, insanları kamuya ait mekânların önünde tabureleriyle oturmaya davet ettik. Rüya Sineması’nın kapanışının, İnci’nin vahşice tahliyesinin tanıkları olduk. Kışın ayazında Yeşilçam Sokağı’nda nöbet tuttuk, Emek’in geleceği için forumlar düzenledik. İstanbul Film Festivali’nin 2010’dan beri bütün açılış ve kapanış törenlerine Emek’in damga vurmasını sağladık... Serkildoryan’ın önüne iskeleler kurulmaya başlanınca, son çare olarak 29 Mart’ta Emek Sineması’na girdik. 7 Nisan’da bir kez daha Taksim Meydanı’ndan Emek’e yürüdük; Yeşilçam Sokağı’nın başında biber gazının ve TOMA’nın hışmına uğradık. Aralarında dergimizin yayın kurulu üyesi Berke Göl’ün de olduğu dört kişi gelişigüzel gözaltına alındı. 14 Nisan’da daha da kalabalık olarak yine o sokaktaydık.
2010’da Emek Sineması mücadelesi başlarken, TEKEL direnişi yeni bitmiş, Sakarya’daki çadırlar yeni toplanmıştı. Sulukule yıkılmış, Tarlabaşı yıkılıyordu. Yıllar geçerken, kulağımız gözümüz kentsel dönüşümün talan ettiği mahallelerdeki direnişlerde, HES mücadelelerinde, İTÜ’deki asistanların direnişinde, Koç Üniversitesi’ndeki taşeron işçilerin işten atılmasına karşı verilen mücadeledeydi. Bir yandan Hrant Dink cinayetinin dava süreci, bir yandan Roboskî katliamı adalet duygusunu zedelemeye devam ediyordu. 2011 referandumu tartışmaları; 68 gün sürmesine rağmen iktidar tarafından muhatap alınmayan açlık grevleri; Ergenekon, Balyoz, KCK davalarındaki hukuksuzluklar... Bütün bunların içinde kimileri için ‘Emek Sineması’ tali bir meseleydi...Ama dört yılın sonunda, 7 Nisan’daki müdahalede çok açık olarak gördük: Büyük, küçük mesele diye bir ayrım yoktu. İktidar her türlü itirazı benzer polisiye yöntemlerle bastırmaya çalışıyordu. Emek Sineması mücadelesi de özellikle Taksim’i toplumsal muhalefetin buluşma noktası olmaktan çıkarmak için çaba harcayan bir iktidar için tahammül edilemez bir hale gelmişti. Taksim yayalaştırma ve Topçu Kışlası projeleri iktidarın Taksim’i insansızlaştırmak için kullandığı silahlardı. 14 Nisan’daki Emek Sineması eyleminden bir gece önce, 13 Nisan’da Gezi Parkı’nı korumak için düzenlenen müzik festivali sırasında Facebook’a şöyle yazmıştım: “Gezi Parkı’nı, Emek Sineması’nı korumak gibi en makul talepler için yıllardır binlerce kişi mücadele ediyor. İnsan bazen bize bu akıl almaz yıkım projelerini, bizleri oyalamak için sunduklarını düşünüyor. Ama bu akşam burada olduğu gibi bu mücadelelerde biriken dayanışmalar, umarım makul olanın ötesinde, ufuk açacak mücadelelere de girişecek. Ama önce Gezi ve Emek bizim olacak.”
21 Mayıs’ta Emek’i yıktılar; 27 Mayıs’ta gecenin bir yarısı Gezi’nin ağaçlarını sökmeye kalktılar. Gerisi, Türkiye’nin “makul” diye dayatılan şiddete isyan ettiği tarihi günler.
Şimdi, Gezi Direnişi’yle beraber, Emek Sineması mücadelesine dair ne söyleyebiliriz? Altyazı’nın Mayıs 2013 sayısında, nasıl devam edebileceğimiz üzerine kafa yormuştuk. Gezi’de yaşadıklarımız mücadeleye devam etme ruhunu bambaşka bir yere taşıdı. Emek için, yıllarca “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” demiştik. Yıllarca “Emek Bizim, İstanbul Bizim” diye haykırmıştık. Bu sloganlar Gezi’yle yenilenerek yüz binlerce insanın oldu. Artık, Emek Sineması mücadelesi Gezi Direnişi’nde birleşen patikalardan bir tanesi. Emek Sineması’nın yıkılmasını engelleyemedik ama kocaman bir tesellimiz var: Gezi’den sonra, artık her yer Emek Sineması diyebilmek mümkün...
• • •
Gezi Direnişi, ticaretin kâr/zarar hesaplarıyla, sermayenin birikim mantığıyla tanımlanamayacak olan kamusallığın ne olduğunu, birlikte yaşamanın ne anlama geldiğini kentin orta yerinde tüm dünyaya gösterdi. İnsanlar tüketim kültürünün öngörmediği şekillerde yan yana durmak, paylaşmak, iktidara direnmek, konuşmak, geleceklerine dair karar vermek için bir araya geldi. Gezi Direnişi geleceğine bugün onlarca parkta devam eden forumlarda karar veriyorsa, bu böyle bir kamusallık ihtiyacının sonucudur.
Benzer bir biçimde, Emek Sineması’nı da, ticari gösterimin dayattığı seyir kültürünün dışına çıkabildiğimiz zamanlarda, yani festivallerde tadına vardığımız film kültürü uğruna korumak ve yaşatmak istedik. İnsan olmanın, hayatta olmanın nasıl bir şey olduğuna dair sorular soran, hikâyeler anlatan filmlerin, bilet sırasında birlikte beklemenin, tıklım tıklım salonda çıt çıkarmadan film izlemenin, sonrasında konuşmanın, tartışmanın tadı vardı bu film kültüründe... Belki daha asri ama bir ağacın gölgesinde oturmak kadar insana ait, insanlığın yarattığı bir deneyimi yaşamaya devam etmek için Emek’i savunduk. Emek’in tarihî önemi bizim için bir depoda bekleyen süslemelerden kaynaklanmıyordu. Bu insanlık deneyimini, yıllardır biriktirdiği ve aktardığı için tarihîydi Emek Sineması. Ama söktüğü asırlık ağaçların yerine başka ücra köşelere yeni fidanlar dikmekle, yol açtığı yıkımı telafi ediyormuş gibi yapan iktidar, Emek’in yıkımını da “yıkmıyoruz, taşıyoruz” yalanlarıyla gerçekleştirdi.
Emek’te hep ifade etmeye çalıştığımız ve Gezi’de parlayan bu kamusallık, bir yandan da belirli bireysel deneyimleri mümkün kılma amacı taşıyan bir siyasetti. Hangi duyarlılıklarla şekillenmek, hangi mekânların içinde, nelere bakarak, neleri duyarak yoğrulmak, nasıl insanlar olmak istediğimize dair bir kavgaydı. Az gişe yapan filmler, bu filmlere ev sahipliği yapan salonlar, bizim gölgesi satılamadığı için yok edilen ağaçlarımızdı. Ve o ağaçlar teker teker kesiliyordu. Ama biz gölgelerinde oturmaya devam etmeye kararlıydık. Bu yüzden tıpkı Gezi’deki ağaçlar gibi, Emek’e sarılmaya çalıştık...
İnsanların çok somut, gündelik deneyimlerinin, hayatlarının parçası olabildiği için bir park, bir sinema böylesine içten, cansiperane şekilde savunuldu. Şu günlerde dolaşımda olan “çevreci duyarlılık”, “hayat tarzı özgürlüğü”, “haysiyet isyanı” gibi tanımlamalar, her ne kadar ayrı ayrı eksiklikler taşısalar da, nasıl insanlar olmak, hayatımızı nasıl yaşamak istediğimize dair kaygıları işaret ettikleri için kısmi hakikatler içeriyorlar. Bu tanımlamaların eksikliklerini teker teker tartışmak bu yazıda mümkün değil. Fakat ortak eksiklikleri, Gezi’nin –tıpkı Emek’te olduğu gibi– kamusal olana, hepimize ait olana yaptığı vurguyu ıskalamaları. Dolayısıyla, sorun birtakım “bireylerin” haysiyeti, yaşam tarzı, çevre duyarlılığı değil. Tüketim kültürünün dışına açılan alanlara adım atmak, başka şeylere (ağaç, park, sinema salonu), bu şeylerin uyardığı duyulara, duygulara, fikirlere birlikte açık olmak. Paylaşmak, bu birlikteliğin içinde insan olmak. Kendini sinemanın müşterisi olarak değil, o sinemayı kentte yaşayanlarla paylaştığın bir yer olarak görmek. Bir ağacın gölgesinde, bir kafenin müşterisi olarak değil, herkese ait bir parkı paylaşarak oturmak. Devam eden forumlar da, Ramazan’la başlayan yeryüzü sofraları da, hep bu tür bir birlikteliği kurma arzusunun, iddiasının ifadesi değil mi? Nasıl Gezi’den sonra her parkı Gezi’ye dönüştürdüysek, başka sinemaları da, aradığımız, özlediğimiz Emek’e dönüştürmek için örgütlenebilir, dayanışma ağları kurabiliriz. Çünkü yan yana durmak, geleceğimize, hayatlarımıza birlikte sahip çıkmak istiyoruz. Mücadelemiz filmleri; mücadelenin ruhunu solumuş filmler ise bizi yoğurmaya devam edecek. Ama yaratacağımız yazlık sinemalarda, ama ücretsiz belediye salonlarında, ama Gezi Parkı’nda, ama Abbasağa’da, Yoğurtçu’da... Emek Sineması yıkıldı, Gezi Sineması’na hepimiz hoş geldik!
Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, İrfan Tuna, Mustafa Sarı, Ethem Sarısülük, Zeynep Eryaşar, Selim Önder, Medeni Yıldırım, Ali İsmail Korkmaz`a ve 27 Mayıs’tan bu yana parkları, sokakları, meydanları terk etmeyen herkese...
[Bu yazı Altyazı Aylık Sinema Dergisi`nin 130. sayısının (Temmuz/Ağustos 2013) editör yazısı olarak yayınlanmıştır.]